Akademisyenlerle Sohbetler: Dr Özge Özdüzen

Dr Özge Özdüzen, Boğaziçi Üniversitesi Felsefe yüksek lisansını Frankfurt Okulu’nun sanatçı ve sanat kavramları üzerine yazdığı tez ile tamamladıktan sonra Edge Hill Üniversitesi’nde burslu olarak medya doktorasına başladı. Doktorasında “karşı kamusal alan’’ meselesi üzerinden İstanbul’da Gezi döneminde kent ve medya aktivizminin nasıl bir araya geldiğini yazdı. Doktorası bittikten sonra Türkiye’ye dönüp İzmir Ekonomi Üniversitesi’nde sinema ve dijital medya bölümünde çalışan Özge, daha sonra Lund Üniversitesi Ortadoğu Çalışmaları Merkezi’nde (CMES) doktora sonrası araştırmacı olarak çalıştı. Gezi sonrası medya aktivizmi araştırması üzerinden aldığı British Academy Newton International Postdoctoral Fellowship ile Loughborough Üniversitesi’nde doktora sonrası araştırmacı olarak çalışmalarına devam etti ve şu anda Brunel Üniversitesi Sosyoloji ve İletişim bölümünde öğretim görevlisi olarak çalışıyor.

Biz de Özge ile şu anki çalışmalarını anlattığı ve tecrübe ettiği Türkiye, İsveç ve İngiltere akademileri arasındaki farkları konuştuğumuz bir sohbet gerçekleştirdik.

Conversations with Academics: Dr Özge Özdüzen

After completing her master’s degree in philosophy at Boğaziçi University with her thesis written on the concepts of artist and art at the Frankfurt School, Dr Özge Özdüzen started her doctorate on media at Edge Hill University with a scholarship. She wrote her doctoral thesis on the issue of ‘’counter public sphere’’, how urban and media activism came together during the Gezi protests in Istanbul. Returning to Turkey after finishing her doctorate, she worked in İzmir Economy University’s film and digital media department. Özge then moved to Sweden to work as a postdoctoral researcher at Lund University Centre of Middle Eastern Studies. She continued to work as a postdoctoral researcher at Loughborough University with the British Academy Newton International Postdoctoral Fellowship, which she received through her post-Gezi media activism research. She is currently working as a lecturer in the Department of Sociology and Communication at Brunel University.

So we talked with Özge from her research areas to her experiences in academia in Turkey, Sweden, and the United Kingdom. She told us about the differences and similarities she has seen between these academic cultures. We asked her why she chose media activism for her specialized area, what it takes to become an academic in Western countries and why she thinks Fika culture is very important.

Bize şu anki çalışmalarınızdan biraz bahseder misiniz?

Loughborough’da iken Gezi sonrası medya aktivizmi ile uğraşıyordum. Park forumlarında neler yapıldı gibi konulara bakıyordum. Loughborough ve CMES’te bu konuları çalışırken Türkiye’deki Suriyelilere olan düşmanlık, nefret üzerine de çalışmaya başladım. Doktoradan itibaren zaten sosyal medyadan veri nasıl çekilir, nasıl analizlenir eğitimleri almaya başlamıştım. Gezi sonrasında “Gezi’yi hatırla”, “Gezi’yi unutma” gibi hashtagleri toplamaya ve analiz etmeye başladım, o verileri toplarken ne kadar polarize bir sosyal medya ekolojisi olduğunu gördüm ve asıl ilgim buraya kaymaya başladı. Çalışmalarım, aktivist anlatısı ve kimliği devlet ve aktörleri tarafından nasıl bastırılıyor; sosyal medya platformlarında devlet, troller ya da sağ hareketler bu aktivist sesi nasıl bastırmaya çalışıyor gibi bir tarafa evrildi. Zaten Loughborough’da yaptığım başvuruda da Gezi sonrası kutuplaşmadan da bahsediyordum, böylelikle sosyal medya ve siyasi kutuplaşma çalışmaya başladım. O sırada kutuplaşmanın tek başına yeterli bir kavram olmadığını gördüm. Nefret suçları da işin içine iyice girmeye başladı. 2016-2018’de ben bunları düşünüp yazarken Türkiye daha da otoriterleşmeye başladı. Nefret suçları bu dönemde daha da normalleşmeye başladı. Bu tür grupların güç bulduğunu görmeye başladım. O sırada Suriyelilerle ilgili olarak daha geniş veri toplamaya başladım. “Suriyeliler defolsun”, “Suriyelilere bu ülkede yer yok” gibi verileri ve kamusal alanda önem kazanan videoları toplamaya başladım. Suriyeliler üzerinden nasıl bir nefret söylemi yaratıldığının analizini yaptım. Hem Türkiye’de cinsel yönelim etrafında dolaşan polarizasyonu hem de Gezi ve diğer protestolar etrafından dolaşan polarizasyon üzerinden sosyal medya ekolojisine bakmaya başladım. Onlarla ilgili geçen sene dört tane makale yayınladım. Bu makalelerden iki tanesi Türkiye’deki internet üzerinden gerçekleşen polarizasyon ile ilgili, diğer ikisi de “Suriyeliler defolsun” videoları ve hashtagleri ile ilgili. Böylelikle o nefret ikliminden medya dili ve kültürü nasıl etkilendiğini görmüş oldum. O sırada da bir takım projelerde görev almaya başladım. Şu anda Horizon 2020 projesinde çalışıyorum, benim projedeki rolüm internet üzerinden radikalleşme üzerine. Şimdi araştırmam internet üzerinden nefret nasıl bir şiddete yol açıyor konusuna yönelmeye başladı; internet üzerinden nefret sadece nefret olmakla kalmıyor, linç kültürüne ya da başka nefret suçlarına nasıl dönüşüyor. Sadece Türkiye’ye değil başka bölgelere de bakıyoruz. Şu an sadece veri toplama ve ölçek bakma aşamasındayız. Genel olarak medya ve radikalleşme ile ilgili bir takım projelerde çalışıyorum. Bunlardan bir tanesi Avrupa Komisyonu, bir diğeri Siyasal Araştırmalar Derneği (Political Studies Association), bir tanesi de Brunel Üniversitesi’nde Global Lives Research Center tarafından fonlanıyor. Bunların hepsinin ortak noktası konularının internet üzerinden radikalleşme olması ve şu anda aslında çalıştığım şey bu. İkisine de aslında bir sosyal adalet ve medya perspektifinden bakıyorum. Şimdiki çalışmamda da internet üzerinden radikalleşmeyi nasıl kavramlaştırabiliriz, bununla nasıl mücadele edebiliriz ve politik yönü nasıl olabilir, platformlara ne önerebiliriz gibi bir takım şeyleri araştıracağız.

Neden medya aktivizmini seçtiniz? Felsefeden buraya geçerken sizin için bir dönüm noktası oldu mu?

Felsefe eğitimi aldığım için mutluyum ama bu alanı hep çok soyut buldum, dolayısıyla felsefeyi ve sosyolojiyi daha iyi anlamama yardım edebilecek o sahayı medyada gördüm. Tabii ki medya çalışmaları şu an sadece saha olarak gördüğüm bir alan değil, benim kendimi tanımladığım alan. Entelektüel merakım Frankfurt Okulu, Gramsci ve postkolonyal çalışmalar ile başladı. Ondan sonra kritik teoriye ilgi duymaya başladım. Benim ilgim felsefe ve sosyolojiden geliyor. Sonra bunlara medyada nasıl bakabiliriz diye düşünmeye başladım. Hem o soyut düşünceyi hem de deneysel temeli burada çalışabileceğimi gördüm.

Medya bir şemsiye gibi olmuş sizin için diyebiliriz sanırım. Peki, İsveç’e geliş ve burada akademiye girişinizde nasıl zorluklar ile karşılaştınız? İngiltere’de dahil olmak üzere başvuru süreçlerinde ve buralarda bulunduğunuz süreçte yaşadığınız zorluklara ve kolaylıklara örnek verebilir misiniz?

Başvurular kendi içinde çok zor gerçekten, bir sürü referans istemek zorunda kalıyorsunuz. Kocaman bir araştırma projesi var kafanızda belki ama bunu her şeyi ile 1000 kelime ile anlatmak zorundasınız. Bunun gibi zorluklar var ve bunları aştıktan sonra kabul aldığınızda doktora sonrası araştırmacı pozisyonunda aslında çok görünür olmuyorsunuz. Kısa süreli bir yere bağlı olunca hemen herkes sizinle ilgilenmiyor. Özellikle büyük bölümlere gittiyseniz, kendi adınızı duyurmanız zor oluyor. Evet, insanlar çok kibar ve size merhaba diyorlar ama sonra herkes kendi içine dönüyor.

Mesela Türkiye’de bu anlamda biraz farklılıklardan da bahsedebiliriz. Türkiye’de iki kurumda uzunca çalıştım. Oralarda yolda birini gördüğünüzde hemen kahve içersiniz, arkadaş olursunuz. 2-3 ay sonra dışarıda da yemek yemeye başlarsınız. Geldiğiniz yerde sosyal ilişkileriniz kendiliğinden ilerler, özellikle sosyal biriyseniz daha çabuk olur. İlişkiler daha organik ilerler. Belki de ben Türkiyeli olduğum için bu böyledir. Fakat İsveç’te o kadar organik bir şekilde ilerlemiyor. Sizin birilerin devamlı peşinden koşturmanız gerek. Büyük ihtimalle Suriyeli bir akademisyen Türkiye akademisine gelse o da benim İsveç’te ya da İngiltere’de yaşadığım zorlukları tecrübe edecektir. Türkiye’de belki Amerikalı böyle bir zorluk yaşamaz ama Suriyeli yaşar. Herkesin Batılıya bakması, Batılı birini daha tepede görmesi Türkiye’de de var. Bence en büyük zorluk bizler açısından böyle bir şey. Sadece akademisyenler olarak değil, vize sistemlerinden üniversitelerin iş yerlerinin sistemlerine ve gündelik hayatın içine kadar işlemiş ilerleyen bir ırkçılık mutlaka var. Toplumsal mekanizmanın içine girebilmeniz Batılı olmayan bir akademisyen olarak her türlü daha zor.

Russell Group ya da Ivy League gibi yerlerden doktoranızı alırsanız bu mekanizmaya girmeniz bir aşama daha kolay olabilir ama yine de kurumsal ırkçılık kesinlikle var. Sizin o grubun içinde yer almanız için oldukça uğraşmanız lazım. Ne iş arkadaşlıkları sizin için o kadar kolay oluyor ne işinizi duyurmanız ne de atıf almanız. Mesela Batılı bir isim bir makaleyi yazdığında atıf bence daha çabuk alıyor ya da öğrenciler dönem sonu değerlendirmelerinde Batılı ve erkek bir arkademisyene daha yüksek puan veriyorlar. Bunun üzerine yapılmış yeni araştırmalar da var. Bunlar çok da üzerine konuşulmayan, sessiz kalınmış zorluklar. Yabancı, Batılı olmayan akademisyenler bunu hep bilirler ama herkes o kadar yoğun çalışıyor ki neoliberal akademi içinde, bunlar üzerine her gün konuşulan şeyler değil. Bir de buraya kadar gelmişsin, şikayet kültürü oluşmasın diye de devamlı negatif şeyler konuşmak da kimse istemiyor.

Batılı ülkelere “diğer” ülkelerden gelmiş insanlarda minnettar olmak zorundaymış gibi bir his. Siz ne düşünüyorsunuz?

Zaten bunlar şikayet etmek ile de olacak bir şey değil. Yapısal bir toplumsal değişim olması lazım. Sara Ahmed şimdi akademide şikayet kültürü üzerine bir kitap yazdı. Tek başına siz “sözüm kesildi”, “işim benim üzerimden alındı ve beyaz bir erkeğe verildi” şikayetlerinizin can sıkacağını düşünüyorsunuz. Sara Ahmed kitabında feminist metodlar kullanarak üniversite sisteminin içine sinmiş yapısal iktidar ilişkileri ile savaşmak için bu şikayetlerin kolektif olarak yapıldığı zaman bu iktidar ile savaşmak açısından en etkili yöntem olduğunu söylüyor. Şikayet kültürünün politik bir silah olarak kullanılabileceğini anlatıyor. O anlamda tek tek bu şikayetleri konuşmak da değerli, çünkü ancak o zaman kolektif bir kültür de yaratmış oluyoruz.

Batı’da akademisyen olmanın iyi yanlarını neler olarak görüyorsunuz?

Eğer araştırma için bir fikriniz varsa ilerleme açısından süreç daha kolay. Kimse size o hakkı eli ile vermiyor elbet ama fonlara ulaşımınız daha kolay çünkü daha çok araştırma fonu ve daha çok üniversite var. Ancak şunu da belirtmem gerekir ki Loughborough Üniversitesi’nden Brunel’e geçmem, İzmir Ekonomi’den Loughborough’a geçmemden daha kolay. Bir noktadan sonra bir yere gelince ilerlemeniz daha kolay, önünüz biraz daha açık oluyor. Lund Üniversitesi’nde de burada da kimse benim ne araştırma yapacağıma karışmıyor. Rejimden ötürü Türkiye’de akademisyen olarak çalışmak daha zor şu anda. İsveç ve İngiltere’de de kurumsal bir ırkçılık var ve bunu aşmak için başka şeyler yapıyorsunuz. Bazı ‘üst’ pozisyonlar beyaz İngiliz ya da İsveçli erkekler tarafından kapılmış ve siz o pozisyonları asla alamazsınız. Ama bu sadece akademisyenlerin değil, bütün toplumun ve bütün iş yerlerinin bir sorunu bu. Burada evimize kırık camı onarmaya gelen işçi de bu ırkçılıktan ötürü zorluk çekiyor, sınıflarımızdaki yabancı veya bir azınlık grubuna dahil olan öğrenci de.

Türkiye’de akademisyenler ve gazeteciler 2016’dan ve özellikle barış imzacılarından sonra anaakım medyanın da etkisiyle toplumsal alanda daha görünür olmaya başladı. Belli bir politik duruşu olan ve hatta AK Partili olmayan akademisyenlerin çok ciddi bir tasfiyesi var. Ne araştırma yapacaksa kendisini mutlaka “bunu bu şekilde mi söyleyeyim yoksa şu şekilde mi” sorularının altında hissediyordur. Doğrudan sansür uyguluyordur demiyorum, hala üniversitelerde veya üniversitelerin dışında sözünü korkmadan söyleyen ve yazan akademisyenler var. Siz bireysel olarak iyi bir üniversitede olsanız ve üniversiteniz size dava açılmasında ön ayak olmadıysa bile devlet elindeki medyanın gazetecileri ve akademisyenleri hedef göstermeleri devam ediyor. Bu durum en basitinden insanların araştırma yapma isteğini köreltiyor. Araştırma konunuz ile ilgili istek kıran şeyler burada biraz daha az diyebilirim. Ancak İngiltere’de de akademi inanılmaz neoliberal, her yıl belli sayıda makale veya kitap yazmanız, üniversiteye belli bir miktar para getirmeniz, öğrencilerin dönem sonu değerlendirmelerinden belli bir puan hesabının üzerinde skor yapmanız bekleniyor. Akademiyi hiçbir zaman diğer sektörlerden daha farklı görmedim, ama gitgide daha bir servis sektörünün parçası haline geldiğini söyleyebilirim. Kısacası İngiltere’deki akademide de performansınız hep metriklerle ölçülüyor.

Otosansürün üzerinize çöktüğünü hissediyor musunuz? Ülkeler arasında bir fark var mı?

AK Parti iktidarı ile hepimizin üstüne çöken bir şey. Otosansür yoktur diye düşünmem abes olur. Şu an ben kendim bunu yapmadığımı düşünüyorum ama muhtemelen öyle değildir. Bu daha çok içselleştirilen bir şey haline geliyor.

İsveç’te akademik ortamda bulunmak size özel olarak bir şey kattı mı? İsveç’te gördüğünüz ama Türkiye’de olmasını umduğunuz şeyler var mı?

Bir kere dokuzu çeyrek geçe buluşulacaksa o saatte buluşulur ve toplantı başlar. Toplantıdaki konuşmalar da konuya yöneliktir. Sadece akademide değil, genel olarak işlevsel bir toplum yaratılmasında da rol oynuyor. Küçük bir toplum olduğu için şanslılar tabii. Özellikle İsveçli ya da İsveç kültüründen geçmiş akademisyenlerin araştırmalarını dinlerken kısa ve öz anlatımı görüyorsunuz. Türkiye ve İngiltere akademisinde bu eksik bence. İsveç’ten bunu öğrenmeleri önemli.

Ayrıca Fika kültürü: günün belli saatlerinde zorunlu bir şekilde sosyalleşmek. İngiltere’de asla böyle bir şey yok. Türkiye’de zaten çok ihtiyaç yok bence. İngiltere’de o fika kültürüne ihtiyaç var. O sosyal bariyerleri aşmak yıllar sürebiliyor. CMES’te sadece sekiz ay bulunmama rağmen şu andan daha çok kişi ile iletişim halindeydim. Tabii CMES aşırı kozmopolit bir yerdi. Her şeyin en önemli taraflarından biri, size kapıları açacak olan şey o kişilerle kurduğunuz iletişim. Diyalog kültürü bence akademide en önemli şeylerden biri. Bu da resmi olmayan konuşmalar ile başlıyor.

Burada okumak ya da çalışmak isteyenlere tavsiyeleriniz neler? Bu uzun süreç size neler öğretti?

Başvuran kişilere söylediğim şey; ben belki şu ana kadar 100 tane red aldım. O kadar çok red aldım ve o kadar az kabul aldım ki. “Bu kişi o kadar da iyi değil, nasıl buralara gelmiş” falan gibi laflar duyuyorum. Biz birbirimizle uğraşıyoruz. Oysa Batılı ve erkek akademisyen hiç sorgulanmıyor. Bir sürü Batılı erkek akademisyenin neden orada oldukları belli değil, bir sürü ayrıcalıktan yararlanmışlar oraya gelmek için. Ama kendi aramızda biz çok büyük bir sorgulama içine giriyoruz ve birbirimize karşı çoğu zaman adil değiliz.

Başvuracak kişilere önerim ise; “burası beni alır mı ki” veya “yeterince iyi miyim” gibi sorgulamaları yapmaya gerek yok. Yapmak istediğin şey nedir onu bulmak, düzenli çalışmak, onu düzgün bir şekilde kaleme dökmek, veri toplamak ve araştırmalarından yararlandığın kişiler ile iletişime geçmek en önemli meseleler. Bu ‘iletişim kurma’ internet üzerinden bir mail atmak da olabilir, bir konuşmaya gitmek ve diyalog kurmak da olabilir. Mesela 10 kişi cevap vermez ama 11. kişi cevap verir ve araştırma projeni detaylıca okur, araştırman ilgisini çeker ve sana geri bildirimde bulunur, bu alanda senin bilmediğin birkaç kaynak veya isim önerir. Sen onu okursun ve bakış açın değişir. Sonra bir kişiden daha geri bildirim alırsın ve bir bakarsın fena olmayan bir araştırma önerin var elinde. Benim hep böyle oldu. Potansiyel danışmanlara bir taslak emaili attım ve onlar da geri dönüp baktılar. Şunlara bunlara bak, şunları bunları oku dediler. Beğendiler ya da beğenmediler. Beğenmeyenler de oldu. Bunları dert etmeden o alanındaki ulaşmak istediğin kişilerle bir şekilde bir iletişim kurmak, kendini tanıtmak ve işini göndermek çok önemli. Akademisyenler arasında “second reviewer” esprileri vardır; projeni gözden geçiren ikinci hakem gelir ve o kadar geniş ve bazen sert bir geri bildirimde bulunur ki ve çoğu zaman negatif bi şey olarak görülür. Oysa ki örneğin ben algımın açılmasını hep o ikinci hakeme borçluyum. Birçok projem o ikinci hakem yüzünden red aldı ama sonra kabul oldu. O geri bildirimleri düşündüm; bunları yanlış yapıyorum şunları okumalıyım, bu metodları kullanmalıyım dedim ve eksiğimi kapatmalıyım dedim. Okunan kitaplar, makaleler, öğrenilen metodlar ve yapılan başvurular hep bir süreç. Yılmamak lazım. Özellikle sosyal bilimlerde bu böyle. Birinden red alırsın ikinci yer seni beğenir. Akademide yapıcı geri bildirimden çok negatif geri bildirim dolaşır. Bunlar elbet yıllar içinde insanın psikolojisini bozabilir. Fakat bence öyle düşünmemek lazım. 200 yere başvurursun bir tek yer kabul olur. O yüzden çabalamaya devam etmek lazım. Akademisyen olmak isteyenler için süreç az çok böyle işleyecek. Geri bildirim almak çok önemli, ulaşabildiğiniz kadar yere ulaşmaya çalışmak gerek.

Ayrıca eğer yurtdışında çalışılmak isteniyorsa ne kadar erken yurtdışına gidilirse o kadar iyi. Örneğin ben yüksek lisansta gelseydim daha uzun süre kalmış olurdum ve dilim de daha çok gelişmiş olurdu. Özellikle Avrupa’da ben dil bariyerinden korkmuştum ama görüyorum ki aslında öyle bir şeye hiç gerek yokmuş. Özellikle Almanya, Hollanda, İsveç gibi ülkelerde hem master hem de doktorada bir sürü programlar var. Bütün fonları takip etmek gerek. Bunları takip edebilecekleri bir sürü Twitter hesapları, Facebook grupları, email grupları var. Başvuracak adaylar üniversitelerin kendi websitelerine baksınlar. Hedefe odaklı bir şekilde hem genelden hem özelden ulaşabilecekleri her şeye baksınlar. Ayrıca başvuracakları ülkelerde yaşayan o yollardan geçmiş Türkiyeli akademisyenlerle mutlaka temas içinde olsunlar. Herkesin göç hikayesi farklı ama ne kadar çok insanla konuşurlarsa bilgi alırlarsa o kadar iyi olur.

İsveç Enstitüsü bursuna başvuru süreciniz nasıl ilerledi?

Bir yerlerde araştırırken görmüştüm bu bursu. Ben buna başvurayım dedim ve birkaç bölüme mail attım, onlar cevap vermedi. CMES’ten hiç kimseyi de tanımıyordum. En sonunda tek bir kişi döndü: Spyros Sofos. Ben aslında çok da geç kalmıştım başvurmak için. Hiç tanımadığım biriydi Spyros, ama tezimde referans olarak kullandığım biriydi. “Sizin çalışmalarınızdan yararlandım demek” de genel nezakettir. Tezimde Gezi ile bir makalesini kullanmıştım. Onunla iletişime geçip böyle böyle beni konuk etmeleri için bir dokümanı imzalamasını istedim, o da kabul etti. Başkaları yapmamıştı. Sonra başvuruyu yaptım. Tabii imzalar atılıp başvuruyu yapınca olacak diye bir şeyin garantisi yok.

Sonra geldiğimde yaşadığım zorluk konaklama açısından oldu. Köpeğimle gelmiştim ve üniversitenin ayarladığı evler köpekli birine verilmiyordu. İsveç’te herkesin evi var, ev sistemleri çok farklı. Eviniz yoksa geçici bir kiraya girecekseniz o zaman evcil hayvanınız olmaması bekleniyor. Bu açıdan ev bulmam aşırı zor olmuştu. İngiltere’de o kadar zor değil mesela. Bunun dışında CMES beni başka kurumlara oranla çok sıcak karşıladı. Aşırı bir zorluk yaşamadım ama genel bir “ben burada yükselemem”, “burada pozisyon açılmıyor” görünüşü veriyordu. O anlamda hemen arkasında başka bir doktora sonrası araştırmacı pozisyonu bulmuş olmak benim için bir rahatlık alanı yarattı bu da yılmadan önüme çıkan neredeyse her pozisyona başvurmam sebebiyle olmuş oldu.

Interview by/Söyleşiyi yapan: İpek Sezer