Akademisyenlerle Sohbetler: Dr. Mine Işlar

Mine Işlar lisans derecesini Boğaziçi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler ve Siyaset Bilimi’nden almış. Lund macerasının başlaması ise tamamen şans eseri. Üniversitede bir dersi kaçırdıktan sonra koridorlarda derse girip girmeyeceğini düşünürken Lund Üniversitesi’nin tanıtım masasına denk gelmiş ve kendini o akşam Lund’un nerede olduğunu ve başvuru tarihlerini kontrol ederken bulmuş. Sonrasında Lund Üniversitesi Asya Çalışmaları Bölümü’nde yüksek lisansa başlayan Mine, doktora derecesini de yine Lund Üniversitesi’ndeki Sürdürülebilirlik Çalışmaları Merkezi’nden alıyor. Mine, halen aynı merkezde doçent olarak araştırmalarına devam ediyor.

Biz de Mine ile bu deneyimleri, İsveç akademisinin ona kattıkları ve disiplinler arası çalışmanın önemi üzerine konuştuk.

Conversations with Academics: Dr. Mine Işlar

Mine Işlar is a bachelor’s graduate of Boğaziçi University International Relations and Political Science, and the start of her Lund adventure is entirely by chance. When she missed a lecture at the university and was wandering around the corridors, thinking whether she should enter the lecture, she came across Lund University’s promotion desk. From checking where Lund was and the application dates that evening, she finally found herself starting her master’s degree in Asian Studies at Lund University. Mine, who received her Ph.D. from Lund University Center for Sustainability Studies, is currently continuing her research as an associate professor at the center.

We talked to Mine about her experiences, the Swedish academic culture’s contribution to her as a scholar, and the importance of interdisciplinary work.

 

İsveç’e bir yüksek lisans öğrencisi olarak geldiniz ve şu an Lund Üniversitesi Sürdürülebilirlik Çalışmaları Merkezi’nde doçentsiniz. Bize bu aradaki süreçten ve çalışmalarınızdan bahseder misiniz?

Boğaziçi’nde çok fazla Avrupa Birliği ile ilgili çalışmalar yapılıyordu ve ben Dünya’nın başka yerlerindeki politikalarla ilgilenmek istiyordum. Bu nedenle de Asya Çalışmaları’nı seçtim. Orada da tanıştığım hocalarla çok kültürlü toplumlar ile kalkınma arasındaki çatışmalarla ilgilenmeye başlamıştım. Bu konularla ilgilenirken şu an çalıştığım yerin başlattığı ve İsveç’te ve Avrupa’da o zaman ilk olan disiplinler arası bir doktora programına başvurdum.  Bu doktora programı sürdürülebilir kalkınma, sürdürülebilirlik çalışmaları ve bu çalışmaların içinde çevre, ekonomi ve toplum dengesini kurabilecek projelerini hedef alıyordu. Ben de o zaman Türkiye’nin su politikaları ile ilgili bir proje önerisi yazdım ve öyle başvuru yaptım. Çok ilgi çeken bir başvuru programıydı, yaklaşık 300 başvuru arasından 15 kişi olarak bizi aldılar. Bizi diyorum, çünkü çok güzel bir doktora grubuyduk. Herkes farklı bir disiplinden gelmişti. Ben siyaset bilimciydim; felsefecisi, coğrafyacısı, daha doğa bilimleri ile ilgilenen grupları, insan coğrafyası çalışanları ve ekonomistleri vardı. Bu grupla dört- beş sene içinde doktoramı bitirdim. Disiplinler arası çok güzel çerçeveler kurduk ve birbirimizin farklı alanlarına katkıda bulunduk. Bu nedenle ben hem disipliner düşünceyi hem de bölgeleri aşabilen çalışmalar yapmayı severim. Sadece Türkiye uzmanı olmak gibi bir amacım olmadı. Disiplinler arası düşünüp bölgeler arası ve ülkeler arası bağlantıları kurabilmek, onlar arasındaki farklılıkları bulmak; doğal kaynak yönetimi ve bunun küresel, ulusal ve yerel anlamda nasıl çalışıldığına dair projeleri üretmek sevdiğim bir şey.

Daha sonra akademik kariyerime de burada devam ettim. Çünkü disiplinler arası bir doktora programından mezun olduktan sonra disipliner bir yere geri dönmek çok zor oluyor. Ben de proje fonlarına başvurmaya başladım. İsveç Sürdürülebilir Kalkınma Araştırma Konseyi (VR, FORMAS) projeleri aldım ve bu fonlarla Barselona’da bir proje yaptım. Bu proje yerel yönetimlerin çevre ile ilgili yapmış oldukları ilerici politikalara yönelikti ve amacım aslında Türkiye ve İspanya karşılaştırmak olsa da Türkiye’de bazı belediye işleri o zaman o kadar ilerici olmadığı için karşılaştırma biraz yanlış olacaktı, bu nedenle sadece Barselona üzerine odaklandım. Bir başka projem ise Nepal ve yenilenebilir enerji kaynakları üzerineydi. Nepal yerel yönetimlerin daha güçlü olduğu bir ülke; ben de yerel toplum yönetimlerinde imece usulünün ne kadar önemli olduğunu ve ne kadar sürdürülebilir olduğunu göstermeye çalıştım. Hatta daha sonra bu araştırmayı önceden yazdığım tezimin devamı olarak işledim ve Türkiye’de bu usulün işleyip işlemeyeceğine baktım. Bu projelerin sonunda yardımcı profesörlükten doçentliğe kadar geldim.

Şu an ne konuda çalışıyorsunuz? Bu çalışma alanı sizce neden önemli? Bu alanı seçmenizde bir dönüm noktası oldu mu?

Ben bu çağda daha başka ne çalışılabilir bilmiyorum. Bu çağda çevre, ekonomi ve toplum dengesini entegre edebilecek sistem çalışmaları dışındaki disipliner çalışmalar bana değişime ayak uydurmakta zorlanan çalışmalar gibi geliyor. O yüzden dönüm noktası olarak görmesem de bizim merkezde yapılan araştırmaları ve kendi yaptıklarımı çok gerekli çalışmalar olarak görüyorum. Dünyanın hiçbir yerinde şu an hiçbir sistem tam olarak işlemiyor. Demokrasi de işlemiyor, çevresi de işlemiyor, adaleti de işlemiyor. Doktora zamanında ben daha çok sistem eleştirisine odaklanırdım. Elbette onu yapmak çok önemli, çünkü sistemler işlemediği için yapılacak tek şey problemi iyi tanımlamaktı. Fakat artık o sistem eleştirilerinden daha sonraki adıma geçip ‘ne yapabiliriz’ kısmında çalışmalarımı konumlandırıyorum. Çünkü istediğimiz kadar sistem üzerine Marksist çalışmalar yapalım, yine de günümüzde hızla olan değişimleri yeterli derecede açıklayamıyoruz. Bizim daha önce ayrı çalıştığımız ekonomi, toplum ve çevre konularını zaten bileşen olarak düşünen bir yeni bir nesil var. Çalışmalarımı önemli görüyor olmamın sebebi bu çağın isteklerine ve gerekliliklerine cevap veren yaklaşımlar olmaları.

Bu nedenle çevre adaleti dönüşümünden öte sosyal adalet-çevre adaleti dönüşümü nasıl olmalı konularına da bakıyorum. Diyelim ki kömür santrallerini kapatıyorsunuz; bunun yerine ne koyacaksınız, çalışan madencilerin ihtiyaçlarını nasıl karşılayacaksınız ve onlara nasıl iş alanları açıyorsunuz? Bu siyasi çözüm gerektiren bir konu. Öte yandan çalışmalarımda iklim değişikliğini de engelleyen politikalarda teknolojinin önemine de yer vermeye çalışıyorum. Fakat bu teknolojinin kullanımının ne kadar adaletsiz olabileceğini de düşünebilen, daha sistemsel düşünen çalışmaların içine dahil olmaya çalışıyorum. Dediğim gibi çok kapsamlı çalışmalar ve bazen tek kişi olarak yapmamanız gerekiyor, başka bilim insanları ile çalışmanız gerekiyor. Onların alanlarındaki belki bizim görmediğimiz ama onların gördüğü bazı faktörleri eklemek gerekiyor. O yüzden gittikçe daha çok takım çalışmasına dönen, daha birlikte yayın yaptığım alanlara doğru evriliyor çalışmalarım.

Başka akademisyenlerden İsveç’te ortak proje yapmanın çok daha yoğun olduğunu duyuyorum.

Evet, aynen öyle. Üniversiteler pozisyon açarken sizin birçok projeye dahil olabilecek potansiyelde olmanızı istiyor. Birçok üniversite sisteminde kadroya giren insanlar genelde ya ders veriyor ya da kendi çaplarında araştırma yapıyorlar. Bu her zaman çok fazla bilimsel yayına yol açmıyor ya da sadece ders vermek istiyorlar. İsveç’te bunun garanticiliği yok. Kadroda bile olsanız yine de sizi bilmeleri için başka insanların projelerinin de içinde olmanız gerekiyor. Benim alanım disiplinler arası olduğu için benim uzmanı olmadığım disiplinlerde çalışan insanlara ihtiyacım oluyor. Bu biraz gereklilikten de doğan bir sistem. Bazen kendinize çok güvenmediğiniz alanların içine de kendinizi atmanız gerekiyor. O açıdan İsveç akademisi benim kafamda olan insanlara uygun.

Akademik açıdan ve kariyer bazında İsveç’te olmanızın size neler kattığını düşünüyorsunuz?

İsveç araştırma konseylerinin çok cömertçe dağıttığı proje fonları, İsveç akademisinde daha deneysel oluşumlara izin veriyor. Mesela benim yetiştiğim disiplinler arası doktora programı buna örnek. Avrupa Birliği fonlarına başvurmamız bile gerekmiyor. İsveç daha geniş bir bakış açısıyla düşünmek isteyenler için çok fazla kaynak sunuyor.

Peki kariyerine İsveç’te devam edecek birine nasıl önerilerde bulunursunuz? Özellikle Türkiye’den gelen biri için eğitim sistemlerinden kültüre kadar çok derin farklar var.

Kültürel farklardaki en çarpıcı olan şey, kimsenin sizi el üstünde tutup pohpohlamayacak veya bir hocanın yanında çalıştığınızda size otomatik olarak bir yer açılmayacak olması. Bu akademiyi birazcık kendi başına kalabilecek, bu önemsizleştirmeye dayanabilecek ve bundan gocunmayacak insanların seçmesi gerekiyor. Profesör bile olsanız kimse size kahvenizi, çayınızı getirmiyor ya da “hocam” diye kapıları açmıyor. En büyük kuruma bile gitseniz bir doktora öğrencisi ile aynı muameleyi görürsünüz. Eğer egonuz buna izin veriyorsa burası çok rahat bir yer. Ben mesela öğrencilik yıllarımda Türkiye’de hocalarla konuşmaya korkan biriyken, burada herhangi bir profesörün odasına girip her istediğimi anlatabilip karşısında da gayet saygılı bir şekilde cevap alabiliyordum. O anlamda bu eşitlikçi yaklaşımdan dolayı birçok insanın otorite korkusunu da azaltan bir yer. Fakat o hiyerarşik ilişkiye alıştıysanız burada “görünmezlik” gibi bir sorun olabilir. Çünkü sizi görmeyebilir, tanımayabilir ama bunu kişisel algılamamak gerekiyor. Burada kimseye özel bir muamele yapılmıyor. Kariyerinin başındaki bir akademisyen buradaki kültürü gelip öğrenirse bir sorun yok. Ama kariyerinin ortasında gelen bir akademisyen kendini biraz görünmez hissedebilir. Ne kadar kendi alanınızda bilinen bir insan da olsanız burada herhangi birisiniz.

Bu demek değil ki buradaki akademide sorunlar yaşanmıyor. Belli bir geleneğin içinde sizi oturtmaya çalıştıkları durumlar olabiliyor, çünkü bu akademik kurumlar gelenekçi de olmaya çalışan yerler, çok eskiden gelen üniversite kültürleri var. Fakat o gelenekçiliğe çok da bulaşmazsanız bir sorun yok. Kendi alanınızda, bağımsız bir şekilde, istediğiniz bağlantıları kurarak, fon aldığınızda kendi takımınızı kurarak kendinize bir özgürlük yaratabilirsiniz. Fakat birçok arkadaşım da bu fona bağımlılığın büyük baskısı nedeniyle İsveç akademisinden gitmeyi tercih etti.

Ben uluslararası bir merkezde çalışıyorum, yani her zaman İsveççe konuşmam gerekmiyor ya da yüksek lisans programlarına İngilizce ders verebiliyorum. Bu tür konularda benim önüme çok fazla engel çıkmadı. Fakat başka akademisyenlerden çalıştıkları yerlerin daha klasik departmanlar olduğunu ve bu nedenle her şeyin İsveççe yapıldığını da duyuyorum. Öyle durumlarda kendinizi daha yabancı hissedebilirsiniz. Benim çalışma alanımda o yok. Zaten insanların farklılıklarının önemsendiği bir yer. O anlamda bu akademide ben belki de şanslıyım.

Fakat disiplinler arası alanda çalıştığınızda her zaman çok derin revize ya da yorum alamayabiliyorsunuz. Çünkü karşınızdaki kişi o disiplinin piri olmayabiliyor ve size verdikleri yorumlar anlamlı olmayabiliyor. Öyle durumlarda da alanınıza yakın konferanslara gidebilirsiniz ya da ortak yayın grupları başlatabilirsiniz.

Peki, Türkiye akademisi ile farklara değinebilir misiniz?

Türkiye’de bir üniversitede kadroya girdiğinizde artık hocasınız ve genelde ders vermek durumunda oluyorsunuz. O yüzden Türkiye’de her üniversite bir araştırma üniversitesi olamıyor. Her akademik kültürün önemsediği başka yerler var. Burada öyle olmuyor. Ben araştırma fonu aldıktan sonra üniversiteye ders vermek için uğramasam bile sorun olmaz.

Türkiye ile kıyasla burada akademisyenlere araştırmalarını yapacak daha çok zaman kaldığını söyleyebilir miyiz? 

Benim mesela iki tane dersim var; bir tanesi Ocak-Şubat, diğeri de Eylül-Ekim arasında. Bir hoca için iki ay dersi olması demek, aslında dört aylık bir çalışma demek. Biz eve gidince araştırmamıza dalamıyoruz, çünkü o zaman üniversitenin ya idari bir işi oluyor ya da öğrencilerle iletişim halinde olmak gerekiyor. Devamlı bir alarm halinde oluyorsunuz Araştırma yapmanız için biraz kaybolmanız lazım ya da diğer araştırma ortamlarında olmanız lazım. Ben ders vermediğim zamanlar bunu yapabiliyorum.

İki akademiyi kıyasladığımızda burada hocaların asistanları yok. Derslere hep ben giriyorum, bütün yazıları ben okuyorum, bütün dersin idari işlerini de ben hallediyorum. Türkiye’de benim pozisyonumdaki bir hocanın mutlaka bir asistanı olur. Bazı hocalar ders sunumlarını bile asistanlarına hazırlatır, burada öyle bir şey yok. Burada bir doktora öğrencisi bir hocanın asistanı gibi kesinlikle kullanılmaz. Bu konuda kurallar burada daha keskin.

 

Interview by/ Söyleşiyi yapan: İpek Sezer