Akademisyenlerle Sohbetler: Dr. Ethemcan Turhan 

Akademisyenlerle Sohbetler serimizin son konuğu Ethemcan Turhan. Ethemcan, Gröningen Üniversitesi Mekansal Bilimler Bölümün’de yardımcı doçent olarak akademik çalışmalarına devam ediyor. Ethemcan’ın Hollanda, İsveç ve Türkiye’deki tecrübelerinden öğrenecek çok şey var. Sohbetimiz bana ülkelerin akademik ve sosyal gelenekleri ile ilgili düşünecek çok şey bıraktı. Ben de bir süredir röportaj serisi ile katkıda bulunduğum Turkey Beyond Borders projesine Ethemcan ile olan sohbetim ile veda ediyorum. Gerçekleştirdiğim beş sohbette de birçok ülkenin akademilerini iyisiyle kötüsüyle konuştuk. Umarım bana kattığı kadar sizlere de bir şeyler katmıştır.

Conversations with Academics: Dr. Ethemcan Turhan

Ethemcan Turhan is the last guest of our Conversations with Academics series. Ethemcan is an assistant professor at the Department of Spatial Sciences at the University of Gröningen. There is a lot to learn from his experiences in the Netherlands, Sweden, and Turkey. Our conversation left me a lot to think about the academic and social traditions of these different countries. With my conversation with Ethemcan, I bid farewell to the Turkey Beyond Borders project, which I have been contributing to with an interview series for a while. In the five interviews I held, we talked about the academies of many countries, good and bad. I hope it helped you as much as it did for me.

Bize İsveç’e geliş sürecinizi kısaca anlatır mısınız?

Ben lisansımı ODTÜ’de Çevre Mühendisliği üzerine yaptım. Bütün ailem mühendislerden oluşuyor. O yüzden de otomatik olarak bir mühendislik yoluna gireceğim dedim ama girdiğim ilk günden beri mühendislik hiç hoşuma gitmedi, çevre kısmı hoşuma gitti. O yüzden okulu uzata uzata bitirdim, o sırada başka şeyler yaptım; sivil toplum aktivizmi gibi. Sonra iki sene kadar Birleşmiş Milletler Kalkınma Programında proje asistanı olarak çalıştım. O sırada da kendimle ilgili ilgimi çeken meselelerle ilgili bir şeyler okumam gerektiğini fark ettim. O sırada Barselona’ya gitmeyi zaten kafama koymuştum ve orada politik ekoloji çalışan bir yer vardı, ben de oraya başvurdum ve yüksek lisansa gittim. Yüksek lisanstan sonra da doktoraya kaldım.

Doktoramın ilk senesinde bir yaz okuluna katıldım ve Lund’dan o sene 7-8 kişilik bir ekip gelmişti. Bu vesile ile Mine Işlar ile tanıştım ve Sustainability Science grubunu keşfetmiş oldum. Ondan sonra süreç içerisinde doktoramı yaparken Lund’daki arkadaşlarla irtibatta kaldım. Ben doktoramın sonuna geldiğim zaman, short term scientific mission (kısa dönem bilimsel misyon) bursu ile Lund’a gittim. İki ay kadar Lund’da kaldım ve açıkçası o iki ayın büyük çoğunluğu tez yazmak ile geçti ama o sırada İsveç’teki akademik hayata dair de işlerin nasıl yürüdüğüne büyük bir girizgâh görme şansım oldu. Örneğin Barselona’da doktora öğrencilerini finansmanının neredeyse tamamı ya projeler ya da burslar üzerinden yapılıyor ve bunlar 1-2 senelik olabiliyor ve bu bir güvensizliğe yol açıyor. İsveç’te ise herkesin 4 yıllık doktora bursunun daha doktora başlamadan sağlanması gerekiyor. Bu size büyük bir rahatlık veriyor özellikle doktora gibi derin sularda yüzmeye başlayınca bir ekonomik güvenceye daha çok ihtiyacı oluyor. Ben açıkçası Lund’dan çoğunlukla iyi hislerle ayrıldım ama öbür taraftan uzaktan gördüğüm İskandinav kültürünün ne kadar yalnızlaştırıcı olabileceğini fark ettim. O yüzden biraz ikili bir his ile oradan ayrılmıştım. Akademik olarak güvenceli bir durum var ama öte yandan toplumsal olarak bir ilginçlik var. Açıkçası o zaman iyi anlamamışım herhalde İsveç’teki toplumsal yapının hem mekansal hem toplumun içerisinde katmanlar açısından ne kadar ayrışmış olabileceğini de çok fark etmemiştim.

Daha sonra doktorayı bitirdim, İstanbul’da çalıştım falan filan derken 2016 yılı sonunda bir Avrupa Birliği Horizon 2020 projesinde için doktora sonrası araştırmacısı olarak Stockholm’e taşındım. İlk şok benim için KTH’in yerleştirme servisi oldu. Bu servis bir toplantı düzenledi ve İsveç’teki vergileri anlattılar, banka hesabı nasıl açılır bunları anlattılar. Ev için de kendilerinin yeni gelenlere kiraladıkları bir dizi evlerinin olduğundan bahsettiler. Bana bir ev yolladılar, fotoğraflarına baktım ve beğendim. Ben daha tek başıma gelmiştim, eşim ve oğlum sonradan geldiler. Sonra evi tutmaya karar verdim. Sonradan fark ettim ki kiraladığım ev aslında şehrin bayağı mekansal olarak ayrışmış göçmen gettosunda yer alıyor. İlginç olan şey şu oldu; o blokta oturanların tamamı üniversitede doktora sonrası araştırmacı olarak çalışan insanlar ama aramızda hiç beyaz doktora sonrası araştırmacı yoktu. Neredeyse hepimiz Ortadoğu’dan, Latin Amerika’dan, Asya’dan ve Afrika’dan gelen araştırmacılardı. Bu bana acayip geldi. Aynı anda başladığımız doktora sonrasında matematikçisi var, fizikçisi var, mühendisi var ve bir sürü Alman da vardı ama orada bir renk meselesi bana oldukça garip geldi. İlk başta çok anlamlandıramadım. Daha sonra İsveççe kursuna başladım ve benimle birlikte araştırmaya başlayan daha öncede oryantasyonda gördüğüm Avustralyalı bir çocuk vardı. Onunla ev meselesini konuşmaya başladım ve ona gayet orta sınıf, beyazların olduğu bir mahallede ev verdiklerini öğrendim. Meğer okulun orada da evi varmış. İlginç bir şekilde bize bu evler hiç teklif edilmemişti. Ben bunu daha sonra arkadaşlarımla da çok konuştum, onlar bunu mutlaka bahsetmem gerektiğini söylediler ama ben bunun tesadüf olduğunu düşündüm. Burada kimseyi suçlamak istemiyorum ama çok garip bir tesadüftü. Daha sonra biz oradan çıktık ve orta sınıf, karışık bir muhite taşındık. İsveç kağıt üzerinde renk körü bir toplum ya malum, İsveç’te birleşik bütünleşik bir İsveç kimliği var. Ama İsveç’in somut gerçekliği pek öyle değil. İsveç gerçekten mekansal olarak farklı etnik planlardan gelen insanların ciddi ayrışmalar yaşadığı, farklı muhitlerde yaşadığı bir ülke. Stockholm bunun çok tipik bir örneği; bir mahallesi ile diğer mahallesi arasında aslında dünya değişiyor. Bizim ilk kaldığımız mahalle Mavi Metro Hattı üzerindeydi ve ona enformel olarak takılan isim ‘’Oryant Ekspress’’tir zaten. Çünkü bir noktadan sonra trende beyaz adam kalmaz. Açıkçası İsveç’i hiç böyle kurgulamadığım için ilk şoklardan biri benim için bu oldu. Daha sonra akademik çalışma ortamında gerçekten pek çok şey senin için düşünülmüş. Çalıştığın ortamda her şeyin ergonomik olması mesela. Çalışma mekanına dair birçok şey düşünülmüş, bunlar sana anlatılıyor. Dışardan gelen biri için, özellikle Avrupa dışından, bunlar kendini bir yere ait hissetmek için çok yeterli değil. Çünkü bunun dışında da özellikle yabancı araştırmacıların İsveç’e geldiklerinde bazı ek desteklere ihtiyaç var. Sanırım ben bunun eksikliğini çektim. Çalıştığım ekip çok uzun senelerdir tanıdığım insanlardı, o yüzden onlarla çok hızlı şekilde işe koyulabildim.

Bir tarafta gerçekten kendini toplumsal cinsiyet eşitliği anlamında, insan hakları bağlamında çok güzel konumlamış bir ülke, akademik olarak bir bilgi toplumu ama diğer taraftan da akademik hayatın içinde ve dışında görülmeyen bazı çizgiler var. Ben herhalde İsveç’teki tecrübemde bu çizgilerin aslında o kadar da görünmez olmadığını deneyimledim. Aslında üzerinde konuşulmayan bazı meseleler var. O meseleleri konuşmak ya da yüzleşmek yerine bunların hasır altı edilmesi beni biraz rahatsız etti.

Gözlemlediğiniz kadarı ile bulunduğunuz diğer akademik ortamlar ve İsveç arasında akademik açıdan nasıl farklar ve benzerlikler var?

İsveç’e dair söylenebilecek en temel şeylerden bir tanesi hiyerarşilerin aslında biraz görünmez olması. Bu demek değil ki hiyerarşiler yok, aslında İsveç akademisinde de çok belirgin bazı hiyerarşi kalıpları var ama insan ilişkileri açısından bunun İspanya’ya Türkiye’ye hatta İngiltere’ye oranla daha yatay olduğunu söyleyebilirim. İsveç’te bir bölüme başladığınızda kimseye ‘’hocam’’ diye hitap etmezsiniz, herkese ismi ile hitap edersiniz. Bu ciddi bir eşitlik hissiyatı yaratıyor. Benzer şekilde doktora öğrencilerinin bölümlerdeki pozisyonu zaten güvenceli olduğu için bölümün bir parçası olarak görülüyor. Mesela Hollanda’daki şu anki yerimle aradaki en temel farklardan biri olarak bunu hissediyorum. Burada gerçekten bir akademik kadro ve doktora öğrencileri ayrımı var. İspanya’da bu ayrım daha da nettir. İsveç’te doktora öğrencileri departmanın işleyişinde söz sahibi ve rol sahibi. Bu bağlamda belli sorumluluklara ve haklara erişimleri var. Tabii bunun da araştırma anlamında olumlu çıktıları oluyor. Bölüm içerisindeki hiyerarşinin en azından görünürde olmaması daha kolay bir iletişim ve işbirlikleri kurmanıza, makale ve proje teklifleri yazmanıza neden oluyor. Başka yerlerde bir hocaya ulaşmak için belki iki tane sekreterden geçersiniz, İsveç’te bu tarz ilişkiler daha kolay.

İsveçliler çok cana yakın insanlar denilemez, kendi hallerindeler biraz, ama fika kültürü insanları haftanın belli bir günü ve saatinde bir araya getirmeye zorluyor. Orada da bir sosyal etkileşim oluşuyor. Öyle bir çözüm bulunmuş, bunun da faydalı olduğunu düşünüyorum açıkçası.

Peki negatiflikler dışında İsveç’te çalışmak size neler kattı?

Akademik olarak çok şey kattı. Akademik olarak geniş bir özgürlük alanı getirdi. Hele Türkiye’den 2016’da Barış için Akademisyenler tantası koptuktan hemen sonra İsveç’e gittiğim için söylediğim sözün bir ağırlığı ve özgürlüğü olduğunu hissettim.

Ayrıca sosyal bilimlere çok ciddi bir şekilde yatırım yapmış bir ülke. Bu anlamda da birikmiş bir tecrübe var. O yüzden de İsveç akademisinden çok fazla miktarda akademik gündem belirleyen çalışma da çıkıyor. Bu çok kıymetli bir şey. Bu benim bir araştırmacı olarak gelişmemde de bana büyük katkıda bulundu. Şu anda bulunduğum pozisyona gelmemde İsveç’te edindiğim tecrübenin çok ciddi bir etkisi var. Öte yandan İsveç’e dair benim en net gördüğüm fark: toplumsal cinsiyet eşitliğinin gerçekten çok kanıksanmış olması. Bunu çok kıymetli ve değerli buluyorum. Toplumsal cinsiyet eşitliğini hayatın her anlamında çok önemli olduğunu düşünüyorum. Açıkçası şimdiye kadar bulunduğum akademik bağlamlarda İsveç’teki kadar bu işin bu düzeyde sistematik ele alındığını görmedim. İsveç’in örnek olabileceği şeyler bakımından bu önemli ama İsveç’in öğreneceği de çok şey var. İsveç’te herkesin bildiği ama kimsenin hakkında konuşmadığı meseleler var. İsveç bunları daha çok konuşsa bu kadar kaynağı ile bu kadar imkanı ile daha da güçlü bir akademi olur diye düşünüyorum.

Ama bütün bunların sonunda hikâye gelip benim için pandemi meselesine de bağlandı. Pandemi meselesinde İsveç’in ve İsveç akademisinin bilhassa çok kötü bir sınav verdiğini düşünüyorum. Kendim de bazı kötü deneyimler yaşadım. ‘’Biz burada işleri bilimin ışığında yaparız, dışarıdan gelenler bize bir şey öğretmesin’’ tavrı açıkçası çok üzücüydü. Bunu bizzat görmek beni çok rahatsız etti.

Biz Akdeniz’den gelenler olarak hükümet ve devlet aygıtlarına şüphe duymayı standart görürüz. Onun söylediği şeye hemen inanmazsınız ve onu sorgulamak normal olan şeydir. İsveç’te devleti ve hükümeti sorgulamak çok normal bir şey değil. Orada devletin ve hükümetin söylediğini kabul etmek standart, bizde ise devletin ve hükümetin söylediğine güvenmemek standart. Sanırım en temel ayrım burada.

Tam da buradan bir geçiş yaparsak; İsveç’te nasıl zorluklarla karşılaştınız ve bunları aşmak için neler yaptınız?

Doktora sonrası araştırma alanında en büyük sorun sanırım finansman. Temel mesele de şu; finansman var ama rekabet çok. Ciddi büyük bir akademik grubun kendilerini idame ettirebilmeleri için bu fonlara ihtiyaçları var. Çok sınırlı kadrolu insan var, kadro olduğu zaman da İsveç’teki doktora sonrası sisteminin her biri ikişer yıl olarak tanımlanmış. İki yıl doktora sonrası araştırmacısı olabiliyorsunuz, onun üstüne iki daha normal araştırmacı olabiliyorsunuz. Ama ondan artık kalıcı kadroya geçmeniz gerekiyor. 2+2 kuralı var. Yalnız kalıcı kadroya geçmek demek finansmanınız garanti demek değil. Kadronuz kalıcı ama o kadronun altındaki parayı fonlardan getirmeniz gerekiyor. Bunlar üniversiteler iş güvencesi sağlıyor gibi gözükse de aslında çok ciddi bir stres unsuru barındırıyor. Çünkü sürekli olarak kendi pozisyonunuzu finansa etmeniz gerekiyor. Maaşlı bir çalışan oluyorsunuz ama o maaşınızın bir kısmını sizin getirmeniz gerekiyor. Sadece İsveç’te değil dünyada da buna evrilen bir yol var ve ben bunun akademinin neo-liberalleşmesinin çok somut bir çıktısı olarak görüyorum. Özellikle belli başlı akademik seviyelerde oldukça güvencesiz bir alan yaratıyor.

Bir de diğer mesele de renk körlüğü meselesi. Bununla ilgili oldukça fazla çalışma da var aslında. İsveç akademisinin dışarıya verdiği bir imaj var, bu çok olumlu bir imaj. Kadın hakları, çevre politikaları alanlarında gerçekten gündem belirleyici bir ülke, içinde yekpare bir toplumsal ayrımın olmadığı bir toplum gibi gözüküyor ama gerçekler öyle değil. Burada nüanslara dikkat etmek lazım. Akademide özellikle Kuzey Avrupa, Kuzey Amerika’dan gelmeyen akademisyenlerin sözlerine de yaptıkları işlere de diğerleri kadar eşit ilgi ve alaka gösterilmediği kanaatindeyim. Tabii İsveç bir göç ülkesi, nüfusunun dörtte biri İsveç dışında doğmuş insanlardan oluşuyor. Ama İsveç’in kendisinin yüzleşmek zorunda olduğu bazı meseleler var. Artan sağ popülizm meselesi çok ciddi. Özellikle İsveç Demokratlarının son iki seçimdir gösterdiği şey benim gibi pek çok göçmeni rahatsız etti ama benim konuştuğum pek çok İsveçli akademisyen de bu durumdan rahatsız olmalarına rağmen aslında bunun üstesinden gelinebilecek bir şey olduğunu düşünüyor. Çünkü onların alıştığı bir sistem var ve o sistemi bilmiyorsanız, dışarıdan geliyorsanız o sistemi öğrenmek ve adapte olmak çok zor ve onlar o sistemin içerisinde kendilerini güvende hissediyorlar. Halbuki dışarıdan gelen bir insan aynı güvenceyi hissetmiyor. Herhalde kol kırılır yen içinde kalır hissiyatından çıkmak gerekiyor. İsveç’e ilk taşındığımda bana söylenen şeylerden biri İsveç’in yüzleşmeye açık olmayan bir kültür olduğuydu. Yüz yüze konuşmak yerine komite yapılır mesela. Sanırım meselelerle doğrudan yüzleşmeye ihtiyaç var. ‘’Bizde ırkçılık olmaz’’ demek yerine bir yüzleşme yaşanmalı. Bunun ancak ve ancak olumlu bir şey olacağı kanaatindeyim. Daha fazla meseleleri halının altına süpürmeden, özellikle yapısal eşitsizlikleri konuşmaya ihtiyaç olduğu olduğunu düşünüyorum.

İsveç’te okumaya gelecek olan ya da akademik bir kariyer planlayan birine nasıl önerilerde bulunursunuz?  

İsveç’te çevresel sosyal bilimler alanında çok sağlam programlar var, çok kaliteli akademisyenler var. Bu yüzden özellikle İsveç’te okumayı düşünenlere ben bunu ısrarla öneririm. Gerçekten kaliteli bir bilgi birikimi ve eğitime erişim var. Keza benzer şekilde doktora programları da ciddi bir özgürlük alanı tanıyor. İsveç’in bir akademik eğitim tecrübesi olarak çok olumlu olduğu kanaatindeyim. Bunu yapacaklara tavsiyem; en temel olarak ne ile ilgileniyorlarsa doğrudan oradaki hocalarla irtibata geçmeleri. Artık akademik finansmanın proje bazlı olması sebebi ile pek çok doktora projesi projelerle ilişkili olarak açılıyor. O yüzden bunları takip etmekte fayda var.

Daha pratik olmak gerekirse ama birincisi karanlığa alışmak, ikincisi o sosyal ilişkilere alışmak. Bunlar zaman alan şeyler ama bunları aşmanın yolu var. Ama gelecek olan kişilerin İsveç’te gerçekten mutlu bir zaman geçirebilmesi için farklı bir topluma gittiklerinin farkına varmaları gerekiyor. Bunu iyi ya da kötü bir şey olarak söylemiyorum, sadece farklı bir yer olduğunu bilmek. Çünkü İsveç kıta Avrupası’ndan da farklı bir yer. Nordik ülkelerin kültürel farklarının bilincinde olarak gitmek lazım diye düşünüyorum. Bir de eğrisi ve doğrusu ile her şeyi değerlendirmek gerekiyor. İsveç’in herhangi bir ülke gibi çok olumlu yanları ve olumsuz yanları da var. Hiçbir ülke ya da hiçbir akademik ortam sütten çıkmış ak kaşık değil. Sadece objektif bir bakışa ihtiyaç var diye düşünüyorum. Bana bir arkadaşım İsveç’e ilk taşındığımda bir kitap hediye etmişti: Michael Booth’un Almost Nearly Perfect People: Behind the Myth of the Scandinavian Utopia (2014) kitabı. Bu kitabın sadece İsveç değil İskandinav kültürünü çok iyi anlattığını düşünüyorum. İskandinav ülkelerine taşınmayı düşünenlere bu kitabı önerererek bitirebilirim.

Interview by/ Söyleşiyi yapan: İpek Sezer